Bulalım O Treni, Theo!

Bodrum’da denize karşı oturuyorum bir akşamüzeri. Hayır, akşamüzeri değil bu, başka bir sözcük bulmalı. Woody Allen’ın; “love” sözünden tatmin olmayan karakterine yeni sözcükler icat ettirmesi, “I lurve you, I loave you, I luff you” dedirtmesi gibi.* Güneşin ufuk çizgisinin ardına gömülmeden önce denizi ve gökyüzünü boyadığı bu acayip rengi anlatan şiirler bulmalı...


Bodrum’da denize karşı oturuyorum bir akşamüzeri. Hayır, akşamüzeri değil bu, başka bir sözcük bulmalı. Woody Allen’ın; “love” sözünden tatmin olmayan karakterine yeni sözcükler icat ettirmesi, “I lurve you, I loave you, I luff you” dedirtmesi gibi.* Güneşin ufuk çizgisinin ardına gömülmeden önce denizi ve gökyüzünü boyadığı bu acayip rengi anlatan şiirler bulmalı. İnsanın yüzünü anason kokusuyla, karşı adalardan sırtlandığı buzuki sesleriyle yalayan rüzgarı tarif edecek filmler, şarkılar keşfetmeli. Şiirler yazmalı, şarkılar yapmalı, filmler çekmeli. Hayır hayır hayır. İnsan, tüm yaşamını buna adamalı. 


Ayaklarım suyun içinde. Deniz öyle berrak ki. 


Kendimle ve Ege Denizi’yle böylesine baş başa olduğum şu an aklıma, ömrünü suyun öte yanından öyküler anlatmakla geçirmiş Angelopoulos** gelmeyecek de kim gelecek? Selanik’te deniz kıyısında, zamanı dondurmaya çalışırken yok olan adamı düşünüyorum.*** Kayıp bir öykünün peşi sıra kendini yollara vuran Harvey Keitle’ı anımsıyorum. 


Önümde uzanan su aralanıyor. Angelopoulos üzerindeki damlaları elleriyle silkeleyerek ve hafif yalpalayarak denizden çıkıyor. Yanıma geliyor, “Özgün, Bonjour!” diyor. Fransızca bilmiyorum ki ben Theo, unuttun mu, Yunanca konuşalım!


Ne düşünüyorsun böyle kara kara? diyor.


- Öyle mi görünüyorum? Oysa mutluyum şu an.


- Bana ne anlatmak istiyorsun dostum? Söyle haydi, neden buradayım?


Sahiden, 2011 yılında bir film setinde akıl almaz bir kaza sonucu yaşamını yitiren bu büyük adam şu an neden burada? Ya ben, neden buradayım?


- Sana bir kadının gözlerini anlatacağım Theo, diyorum. Sana Pythion’dan Selanik’e giden trenin gecenin karanlığını yaran sesini anlatacağım. Yitip gitmiş kimi şeylerden söz edeceğim, bir türlü üzerimden çıkarıp atamadığım şu gömleği tarif edeceğim.


- Eyvah, diyor, bilseydim çıkarken bir şişe uzo alırdım yanıma.


- Boş ver uzoyu, bu akşam da rakı içelim.


Kameramızın sırtı denize dönük, akşamın çöküşüyle yalnız kalmış boş şezlongları, kumun üzerinde uzayıp giden ayak izlerini, amaçsızca salınan birkaç kara sokak köpeğini, kumsalın arka kısmındaki beton yolda pembe şalını savurarak yürümekte olan genç kızı gösteriyor. İnsanın aklına durgunluk verecek denli yavaşça, akşam kumsalını tarayarak sola dönüyor. Sonra bir tabureye oturmuş, sanki dünya yokmuş gibi kayıtsızca şarkısını söyleyen Margarita Zorbala görüntüye giriyor. Soluduğumuz havayı Meneksedenia Ta Vouna’nın yumuşacık dokunuşları öyle bir dolduruyor ki, deniz bile menekşe kokuyor. Dönmeye devam ediyor kamera. Zorbala gidiyor, deniz geliyor, sonra suyun içinde kurulu masamız. Sonra rakımız, peynirimiz, sonra ayaklarımızın etrafında dönüp duran balıklar. Theo susuz içiyor rakıyı. Kadeh tokuşturuyoruz. Yarı yeşil yarı çorak tepelerle çevrili bu ıssız koy acayip bir yere dönüşüyor.


- Unutmadın demek o treni?


- Hayır, unutmadım Theo.


- Hiç mi?


- Bazen, Ege’den uzaktayken yani, unuttuğumu sanıyorum. Ama sonra dönüp dolaşıp buraya geliyorum. Nereye gidersem gideyim bütün yollarım hep buraya çıkıyor. Ömrümü alıp Kuzey kutbuna bile gitsem, olmuyor.


- Ha! diyor, büyük bir keyifle, uzun uzun gülüyor. Ege’den kurtulamazsın!


Rakısını ağır ağır içişini izliyorum. Hiç acele etmiyor, ama bunu bir törene de dönüştürmüyor. Yaşamın doğal akışı eşliğinde; yani beni dinlerken, suya bakarken yahut dudağından sarkan iki bitişik cümleyi özenle aralarken içtiği her yudumun tadını dilinde, damağında, beyninde hissettiğini görüyor, onun bu bilge duruşuna bir kez daha hayran oluyorum. Ben de onun gibi olmaya çalışıyorum. Sanki önemsiz bir şey yaparmış gibi içip ama aynı zamanda ağzıma dolan rakının tek bir damlasının tadını dahi ıskalamamak istiyorum.


- Bu gece senin gecen, diyor. Bu gün doğum günün. Sana içelim.


Güneş çoktan batmış, gece karanlığı akşam renklerinin yerini kaplamış durumda. Parıltılar önce karanlık suyun üzerinde, ufuk çizgisine yakın bir noktada başlıyor. Denizin yüzeyi bir yanıp bir sönüyor. Sonra bu ışıklı şölen yavaş yavaş, geniş bir şerit halinde ayaklarımızın dibine kadar uzanıyor. Bu denli güçlü bir yakamoza ilk kez şahit oluyorum. Dünyayı böylesine boş verebildiğim geceler daha çok var olsun ömrümde, sonsuza dek yok olurcasına yaşamın içine karıştığım bu anlar hiç bitmesin istiyorum.


Bak Theo, diyorum. Sana İlhan Berk’in bir şiirini okuyacağım. Sarhoşum, dilim dolaşır, gülme. 


- İsmi ne?


- Saint Antoine’in Güvercinleri. İlk bölümü “Eleni’nin Elleri”. İkincisi “Gençlik”.


Şiirin ismini tekrarlıyor usulca, gülümsüyor. Eleni’nin Elleri. Eleni’nin.


Sarhoşum. Akşam ellerime gözlerime bulaşmış, kafamın içindeki tüm anlamlar Ege’nin serinliğinde kaybolmuşken Berk’in şu dizeleri dökülüyor ağzımdan:



Eleni'nin Elleri


Bir gün Eleni'nin elleri geliyor

Her şey değişiyor.

İlk İstanbul şiirden çıkıp yerini alıyor

Bir çocuk ilk gülüyor

Bir ağaç çiçek açıyor.


Eleni'den önce

Daha ben çocuktum daha tütüne daha kahveye alışmamıştım

Sabahları, akşamları bilmiyordum daha

Bir gün bakıyorum akşam ellerimde gözlerimde

Bir gün sabah her yanım.


Eleni geliyor

Dünyaya bakıyorum

Dünya sanıldığı kadar küçük değil o gün anlıyorum

Sanıldığı kadar üzgün değiliz dünyada

O gün bütün şiirleri yakmalı yeniden yazmalı diyorum

Brise Marine'i yeniden

Yeniden Annabel Lee'yi.

Eleni ile anlıyoruz

Bu gökyüzü niçin kalkıp gelmiş

Deniz niçin başını alıp gitmiş onunla anlıyoruz.


Bir gün Eleni'nin elleri geliyor

Bir sokaktan ilk defa deniz görünüyor.



Ben bu şiiri ne zaman okusam, sarhoş değilken bile üstelik, dünyam ters yüz olur. Yine öyle oluyor. Yakamoza dalıp gitmiş olan Theo’ya bakıyorum. Yavaşça şişeye uzanıyor. Bardağına rakı doldururken tekrarlıyor: 


- Bu sokaktan ilk defa – deniz görünüyor. 


Neden sonra aniden başını kaldırıyor, karanlık kumsala doğru selam veriyor. Kalkıp nazikçe buyur ediyor İlhan Berk’i masamıza. Heyecan ve saygı damarlarımda akan alkolle birleşiyor, ne yapacağımı bilemez halde ayağa fırlıyorum.


Berk’i daha önce bir kez İstanbul’da kitap fuarında görmüştüm. Çok yaşlıydı. Koltuğunun altında birkaç kitap tutuyor, ağır ağır yürüyordu. O zaman da bu geceki gibi yapmış, alelacele oturduğum koltuktan ayağa fırlamış ve önümden geçip gidene kadar saygıyla onu izlemiştim.


Theo’nun yanına, karşıma oturuyor Berk. Eyvah, diyorum içimden, şu an burada neler oluyor? Ben bu gece ne kadar içtim? Yaşamı dibine kadar sindirmiş bir sakinlikle gözlerimin içine bakıyor İlhan Berk:


- İzin verirseniz ikinci bölümü benden duyun isterim.


Gecenin tonuna yaraşır ölçüde yavaşça, üstelik bu kez bizzat şairin ağzından masamıza saçılıyor dizeler. Deniz hepten keyifleniyor, suyun insanın içini okşayan hafif şıpırtısı duyuluyor. Bu eşsiz ana tanıklık etmek isteyen balıklar başlarını dışarı çıkarmış pür dikkat bize bakıyorlar. 



II.Gençlik


Ruhum,

İlhan Berk köprüden geçiyor duyuyor musun?

Bir serçe yavaş yavaş uçuyor

Bir balık başını suyun yüzüne çıkarmış bakıyor

Düştü düşecek dalından bir yaprak.


Lambodis raftan bir şişe aldı açtı

Bir bulut durdu pencerede

Lambodis işine devam etti

Ellerini sildi, hıyar, domates doğradı

Sonra oturup gençliğini düşündü.


Bir evdeydi

Eleni on sekizinde, İlyadis yirmi üç

Eleni'nin şarkıları vardı

İnsan akıl erdiremezdi

İstanbul'un her tarafı kahve

Kapalı kahve açık kahve

Şarkılar ne kadar güzel olursa olsun

Eleni'yi anlamazdı.


O günler Lambodis'in ağzında bir cigara bir aşağı bir yukarı 

İstanbul'da

Eleni'nin en güzel yerleri elleri sarımsak kokan ağzı

Daha Lambodis meyhaneci değil

Daha Lambodis hiçbir şey değil

O günler her Pazar Saint-Antoine'a gidiyorlar

Eleni'nin göğsü soyulmuş badem

Güvercin gibi elleri

Daha o zamandan Lambodis'in düşmanı çok

Bütün İstanbul Eleni'nin arkasında.


Evet

Lambodis'in gençliği bir yaprak düştü düşecek

Pencereye oturmuş gelip geçenlere bakıyor

Sen de bak diyor bana

Bak insanlar geçiyor

Ben sıkıldım mı insanlara bakarım

Hiçbir şeyim kalmaz

Hiçbir şeyimiz kalmıyor.


Her iş bunun gibi ruhum

Bir kadın bir adam aynı şeyi yapıyor

Ben birazdan kalkıp Sirkeci'ye gideceğim

Sevgilim trene binip gidecek

Bir  zaman hiç güneş doğmayacak sabah olmayacak, bir zaman

dünyada değilmişiz gibi korkacağız.

Bunlar hep olacak ruhum

Bir gün bakacağız İstanbul güzel

Ondan sonra her gün İstanbul güzel.

Eskiden, çok eskiden bu dünya daha bir güzelmiş mesela

Bu bulutlar bu gökyüzü uzanınca dokunacağımız bir yerdeymiş

Şimdi şiirdeymiş bunlar

Her şey bu hesap ruhum.


Bu dünya güzel

Gülhane ağaçlık.



***



Sabaha kadar, günün ilk ışıkları gümüş renkli suyun üzerinde dans edene dek oturuyoruz orada. Onlara bir kadının gözlerini ve geceyi yırtan Yunan trenlerinin sesini anlatıyorum. Aldığım kararların karşısında alamamış olduklarımın ezici cüssesini tarif ediyorum. Bu hep böyle midir, siz daha iyi bilirsiniz, diyorum.


    - Anlaşıldı, haydi kalk! Bulalım o treni, diyorlar.


Önce Angelopoulos masadan kalkıp denizin renginde kayboluyor, ardından Berk. Peşlerinden gidiyorum. Çorak tepeler, terk edilmiş şezlonglar ve meraklı balıklar geride kalıyor. Biz gidiyoruz. 


Otuz üçüncü doğum günümün sabahında o kayıp treni bulacak, yolcularına şiirler okuyacağız.


Özgün Ulusoy

Bodrum,  15 Temmuz 2014






* Annie Hall, 1977 - Woody Allen


** Theodoros Angelopoulos (1935-2012): Yunan sinemasının dev ismi Angelopoulos 2012 yılının Ocak ayında Öteki Deniz'in çekimleri sırasında yoldan geçen bir motorsikletin çarpması sonucu yaşamı yitirdi.


*** Ulysses' Gaze, 1995 - Theodoros Angelopoulos

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yakamozu Yakalamak

Aşk Olsun Susan Hanım!

Aç Kapıyı Melek, Ben Geldim