Yakamozu Yakalamak

Onu dinlerken kenarları kırışmış gözlerine, kavruk yüzüne dikkatle bakıyorum. Hayatın aslında ne kadar adaletsiz olduğunu, gözlerimizi açtığımız andan itibaren göreceğimiz, duyacağımız, tadacağımız her şeyin, her mutluluğun, her aşkın, her acının sınırlarının aslında nasıl da kesin çizgilerle belirlenmiş olduğunu düşünüyorum. Öyle güçlü çizgiler ki bunlar, üzerlerinden atlayıp öte yana geçmek, başka bir coğrafyadaki başka çizgilerin içine atlayabilmek hiç de kolay değil...


(...) 

İşte çil çil koşuşan balıklar 

Lapinalar gümüşler var ya 

Eylim eylim salınan yosunlar 

Onların arasında bulacaksın beni 

Can Yücel, “Buluşmak Üzere”


“Benzin tankerinin içine mi?”


“İçine. O kokuyu ciğerlerimize doldurarak hem de”


“Ve karanlığı?”


“Karanlığı değil, ölüm karanlığını”


“Sen, karın ve bir yaşındaki kızın?”


“Ben, karım ve bir yaşındaki kızım”


Hikayesini ilk kez dinlediğim on yıllık dostumdan bir dakika beklemesini rica edip mutfağa gidiyorum. Duyacaklarım ocaktaki kahve de dahil olmak üzere çevremdeki her şeyi unutturacak bana, belli ki. Cezvedeki kahve kaynamadan hemen önce kaşıkla üzerindeki tabakayı alıp özenle fincanların içine yerleştiriyorum. Öyle yoğun bir köpük yaratmak istiyorum ki içine dalmak üzere olduğumuz geçmişi alsın, yutsun, yoğunluğunda eritsin…


Sabah, çalan telefon bütün keyfimi kaçırdığında hali hazırda uyanmış ancak henüz yataktan çıkmamıştım. Güne epeydir görüşmediğim arkadaşımın hüzünlü sesiyle başladım: 


“Çocuğun fotoğrafı gözümün önünden gitmiyor.”


“Sana da günaydın. Ne fotoğrafı? Hangi çocuk? Ne diyorsun sabah sabah allah aşkına?”


“Türkiye’deki çocuğu diyorum. Yazın senin gittiğin şehrin ismi neydi, orada. Sahile vurmuş.”


Hiçbir şeyden haberim yoktu. Bilgisayarımı açar açmaz karşımda buldum Suriyeli Alan Kurdi’nin* minicik bedeninin fotoğrafını. Ayakkabıları hala ayağında. Yerde yatıyor, yüzü kuma gömülü. Sanki oraya yığılmadan önce ayağa kalkmış, yüzünü Ege’ye dönmüş, kendisine bunu reva gören suya son kez bakmış gibi. Sanki son bir güçle uzanmış, mavi şortunun ceplerini tıka basa yakamozla doldurmuş gibi. Minik çocuk, minicik çocuk. Sanki ölmemiş gibi.


Fotoğrafa bakarken hareket edemez oldum. Bodrum’un sabah kokusu doldu odama, sonra, Ege’nin yumuşacık rengi, dokunuşu. “Ne yaptın sen?” diye sayıkladım oturduğum yerde, “Ne yaptın sen Ege?”


Kahveyi usulca fincanlara dolduruyorum. Köpük, elbette, hiç de istediğim gibi olmuyor. “Zaten ne zaman oldu ki?” diye mırıldanıyor, elimde iki kahve fincanıyla balkona dönüyorum. Arkadaşımı sokaktan annesiyle birlikte geçen bir Arap çocukla şakalaşırken buluyorum. Arapça konuşurken söylediklerini anlamıyorum. Bu anı kendi çocukluğumdan kimi karelerle birleştirip “Düğüne mi delikanlı, bu ne yakışıklılık?” dediğini düşünüp gülümsüyorum. Konumuza dönmeden önce çocuğun bize fırlattığı utangaç ama meraklı bakışları ve sonrasında atlayıp zıplayarak gidişini izliyoruz beraberce.


“Sonra ne oldu? Buradan çıkamayacağız diye düşünmediniz mi?”


“Düşünmedik. Daha doğrusu düşünmemeye çalıştık. Bütün sonuçları göze almıştık. Ülkemizde kalsak bizi yaşatmayacaklardı. Bizler, akıl almaz bir diktatörün ortalığa kan saçtığı Bağdat’ta yaşama tutunmaya çalışan, tüm dünya sanatçıları gibi kendimizi var edip büyütmeye, yeni, özgür ve eleştirel eserler vermeye çalışan iki genç sinemacıydık. Ve üstelik yönetimin sevmediği, hem de hiç sevmediği filmler yapmıştık.”


“O tankerle nereye gittiniz?”


“Ürdün’e geçtik. İlk ve en tehlikeli adım buydu. Tankerin şoförü kapağı kaldırıp bizi gün ışığıyla buluşturduğunda ve ‘gözünüz aydın’ dediğinde yeniden doğmuş gibi olduk. Ben otuz yaşındaydım. Karım yirmi altı yaşında, kızım Adiba ise henüz bir yaşındaydı. Birbirimizden güç alıp tankerin içinden çıkarken karım ve ben hem hayatımızda açmakta olduğumuz yeni bir sayfanın mutluluğunu hem de önümüzdeki belirsizliğin yarattığı gerginliği duyuyor, korktuğumuzu hissetmesin diye de Adiba’nın elini daha sıkı tutuyorduk.”


“İlk aşama bitmişti ama daha önünüzde zorlu bir yol vardı, öyle değil mi?”


“O tankerin içinde geçirdiğimiz saatleri aratacak cinsen hem de.”


Onu dinlerken kenarları kırışmış gözlerine, kavruk yüzüne dikkatle bakıyorum. Hayatın aslında ne kadar adaletsiz olduğunu, gözlerimizi açtığımız andan itibaren göreceğimiz, duyacağımız, tadacağımız her şeyin, her mutluluğun, her aşkın, her acının sınırlarının aslında nasıl da kesin çizgilerle belirlenmiş olduğunu düşünüyorum. Öyle güçlü çizgiler ki bunlar, üzerlerinden atlayıp öte yana geçmek, başka bir coğrafyadaki başka çizgilerin içine atlayabilmek hiç de kolay değil.


Patlayan silahlardan ve dev acılardan soyutlanmış, sanki duvarlarının hemen ötesinde insanlar ağlamıyormuş gibi kendi huzurlu gerçekliğini yaratmış bir sinema salonunda olduğumu hayal ediyorum. Perdeden yansıyan, bahçesi yemyeşil ve içinde neşeli insanların olduğu eve doğru bütün hızımla, yanıma karımı ve minicik kızımı alıp koştuğumu, biri ansızın beni yere sermeden, boğazıma sarılmadan önce dev perdedeki o hayale ulaşmaya çalıştığımı düşlüyorum. Oraya varabilirsem eğer, yepyeni bir hayata başlamak için tüm varım, tüm beynim, tüm sevgimle ve karımın ve çocuğumun ellerini sıkı sıkı kavrayıp sıktığım avuç içlerimle o hayale doğru atılacak, perdedeki görüntünün içine girmeye çalışacağım. Hayatın beni içine hapsettiği çizgileri işte böylesine büyük bir inanç ve incecik ışık tabakasıyla kaplı umutsuzluğum ile aşmayı deneyeceğim. Ve en önemlisi de, “Sakın merak etmeyin” diyeceğim yanımdakilere, “başaracağız, siz yeter ki bana güvenin.”


Dikkatimi yeniden karşımda oturan arkadaşıma yoğunlaştırdığımda dalıp gitmiş halime gülerek baktığını, “Heey, n’oodu nerelere gittin, Erdugan?” dediğini duyuyorum. Bana takılmak, beni kızdırmak istediği zaman böyle hitap eder eskiden beri.


“Sence ceplerine yakamoz mu dolduruyordu?” diye soruyorum.


“Kim?”


“Alan”


“Sence yakamoz görmüş müdür o hiç ömründe?”


“Bilmem, Bodrum koylarında hiç de az rastlanır bir şey değil.”


“Onu bilemiyorum ama eminim, tıpkı benim Adiba’nın elini tuttuğum gibi sımsıkı tutmuştur babası onun minik ellerini.”


“O da tıpkı Adiba’nın sana güvendiği gibi, koşulsuz güvenmiştir babasına.”


* * *


- Baba, şu denizin üzerindeki ışıkları görüyor musun?

- Oğlum dur şimdi, gel, atla şuraya. Annenin yanına otur.

- Bakın! İşte tam şurada. Bazen azalıp bazen artıyorlar.

- Oğlum sıkı tutun. Sakın elimi bırakma. Abinin elini tut öbür elinle de.

- Tutabilir miyiz onları baba?

- Neyi Alan’cım?

- Şu ışıkları! Dinlemiyorsun beni!

- Oğlum kayığa bindik ya, şimdi yanlarına gidip yakından bakacağız.

- Yanlarına mı?!

- Tabi ya, niye geldik sanıyorsun buraya?

- Çok kalabalık oldu baba, göremiyorum.

- İyi tutun oğlum. Sakın elimi bırakma…


* * *


“Eee, sonra?”


“Nerede kalmıştım?”


“Ürdün”


“Sonrası işte Ürdün’de mülteci kamplarında, tam anlamıyla sefalet içinde geçen üç sene.”


“Ne yaptınız, ne yediniz, ne içtiniz?”


“Üç beş kuruşa geçici işler tuttum, karım kızıma bakarken. Tiyatro da yaptık! Gönüllü olarak tiyatro topluluklarına katıldık, sokaklarda, sahnelerde oyunlar oynadık. Her şeye rağmen, içinde bulunduğumuz sefalete ve tünelin ucunda yanan ışığın cılızlığına rağmen pes etmedik. Ancak bunu abartmaya, romantikleştirmeye gerek yok, insan çukurun dibine düşünce çelik gibi güçleniyor.”


“Ya aileniz? Nasıl haberleştiniz? Sizi merak ettiler mi?”


“O zamanlar bugünkü gibi yaygın internet kullanımı yoktu. Vardıktan bir süre sonra sınırı sürekli geçip duran birileri aracılığı ile haber gönderdik, ölmedik, hayattayız, iyiyiz dedik. Haber ulaştı mı, ulaşmadı mı, tabi o dönem emin olamadık.”


“Özlediniz mi onları?”


Ortadoğunun, o derin coğrafyanın, batı toplumlarında kolayca gözlenemeyen kendine has bir özelliği var. Kimi duygular daha özgür, daha engelsiz dökülüyor ağızlardan, gözlerden. Sorumun üzerine önce kısık gözleri buğulanıyor, gözbebeklerini çevreleyen beyaz renk yerini kırmızıya bırakıyor. “Özlemez olur muyuz?” diyor, “Hiç anne ve baba özlenmez mi? Üstelik bir daha göremeyeceğini bildiğin zaman.”


“Neden Ürdün’e gittiniz peki? Neden yaptığınız işlem her ne idiyse onu kendi ülkenizdeyken yapmadınız?”


“Çünkü Birleşmiş Milletler bir kişiyi mülteci olarak tanımlamak için o kişinin kendi ülkesinden çıkmış olmasını, başka bir ülke sınırları içindeyken artık geri dönemeyeceğini, dönerse hayatının tehlikeye gireceğini belirtmesini şart koşuyor.”


“Yani o tehlikeli tanker yolcuğunun sebebi bu muydu?”


“Evet, öyle.”


“Ve elbette, Alan’ın başına gelenlerin de sebebi de.”


“Kısmen, evet.”


“Oysa o, o kayığa yakamozlara bakmak için bindiğini sanıyordu… Peki, sonra ne oldu?”


“Ürdün’e geçip başvuru yapınca bize ‘bekleyin’ dediler, biz de bekledik. Önceden ne zaman sona ereceğini bilmediğimiz bir süreçti bu. Tam üç sene sonra bize birkaç ülkelik bir listeyle geldiler. Kanada, Avustralya, İsveç ve birkaç diğer Avrupa ülkesi. Hangisini istiyorsunuz diye sordular. Avustralya çok uzak diye düşündük. Avrupa’da yaşayan akrabalarımız vardı ama eğer orayı seçersek sürenin uzayacağını, Kanada’yı seçersek ise transfer işleminin derhal yapılacağını söylediler.”


“Mutluluktan havaya uçmuşsunuzdur.”


“Çok yorgun ve bitkindik. Havaya filan uçacak halimiz yoktu. Ama elbette, sona yaklaşmanın verdiği rahatlıkla geleceği biraz daha kolay hayal edebilmeye başlamıştık. Sevdiği onca kişi geride, korkunç bir şiddet sarmalının içinde hayata tutunmaya çalışırken insan kendi canını kurtardığına sevinemiyor.”


Şimdi hayatın içinde büyük bir coşkuyla yer alan, herkes tarafından sevilen, içinde yaşadığımız ülkenin rengarenk mozaiğinde değerli bir parça olarak sapasağlam duran arkadaşım ve ailesi, demek o sinema salonundaki beyaz perdeye doğru öyle büyük bir inançla koşmuşlardı ki, şansın da yardımıyla, o dev hayalin içine girmeyi başarmışlardı. Perdedeki evin bahçesine düşmemişlerdi belki, kendilerini soğuk Toronto’da karanlık bir otel odasına bulmuşlardı. Ama çizgileri yenmiş, onları ezip geçmişlerdi işte. Bundan sonrası hala zordu, yine de, yolun büyük kısmı geride kalmıştı. Şimdi fark ediyorum ki, o perdeden yansıdığını hayal ettiğim ev aslında arkadaşımın bugün ailesiyle birlikte içinde yaşadığı, yemyeşil bahçeli, huzurlu evin ta kendisi. Onun adına bir kez daha mutlu oluyor, soruyorum:


“Ee, ne yaptınız uçaktan inince?”


“Günlerdir uyumamıştık, yorgunluktan bitkin haldeydik. İlk hatırladığım şey terminale girince bir sigara yaktığım ve bir anda pek çok polis memurunun başıma üşüştüğü. Bana bir şeyler söylüyorlardı ama tek kelimesini anlamıyordum. Bu yeni ülkenin hiçbir şeyini bilmediğim gibi, dilini de konuşmuyordum. Elleriyle ‘hayır, olmaz’ anlamına gelen işaretler yapıyorlardı. Anladım ki içeride sigara içmeme kızıyorlar, dışarıyı işaret ediyorlar. Peki deyip hızlıca dışarı çıktım. Üzerimde ne mont var ne başka kışlık bir şey. Hava eksi otuz derece. Sigara içmek şöyle dursun, nefes almak olanaksız. Dışarı çıkmamla içeri girmem bir oldu. Karımı buldum, ‘Dön dön, haydi, geri dön. Gidiyoruz, burada yaşanmaz’ dedim.”


O bir sinemacı, bir oyuncu. Anlatırken o günlere gidiyor, yeniden o hatıraları yaşıyor. Karşımda ayağa fırlayıp önce bir insan kaçakçısı, sonra bir polis memuru, sonra da dünyanın en şaşkın, en çaresiz bakışlarını gözlerine yerleştirip buraya geldiği gün havaalanındaki kendisi oluyor. Dilini bilmediği, kutup soğuğu ile kuşatılmış, doğduğu topraklardan binlerce kilometre uzak bir memlekette yorgunluktan bayılmak üzereyken polise söylemeye çalıştığı şeyleri, çırpınışlarını, o sigaranın dumanını havaalanının içinde nasıl da keyifle üflediğini anlatıp, o anları bir bir canlandırıyor.


“Bir kahve daha içer miyiz?”


“İçeriz be Erdugan, içeriz. Bir gün de arak alalım bizim arka bahçede içelim. Bizim oraların rakısına arak denir. Hatta yahu bir de pavyona gidelim, dansözler mansözler, evini özlemişsindir” diyor. Gülüyoruz.


“Şimdi mutlu musun peki?” diye soruyorum.


Sessizlik oluyor. Sanki sokaktan biri geçiyormuş da yanıt vermeden önce onun gitmesini bekliyormuş gibi bakışlarını uzaklara dikip öylece duruyor. Neden sonra “Şimdi evime dönsem, annem ve babam sağ olsalar, bir dükkan açıp başında otursam, onlarla birlikte, oralarda yaşasam… mutlu olurdum.” diyor. Az önceki neşesi yok olup, istese bal gibi saklayabileceği gözyaşları kavruk yanaklarından sessizce süzülürken “aslında Kürt bölgesi, Erbil, şu ara epey güvenli” diye sessizce ekliyor.


Henüz ben bir şey söylememişken yine kendisi veriyor duymak istemediği yanıtı:


“Hayır, benim gidebileceğim bir ülkem yok. Benim gidip güvenle sokaklarında dolaşıp anılarımı kovalayacağım, sevdiğim genç kızların hayallerini anımsayıp tatlı rüyalara dalacağım, senin yaptığın gibi şairlerin dizelerini kendime rehber edip şehir şehir dolaşacağım bir yerim yok. Ben artık sadece buralıyım. Evim, geleceğim, her şeyim, çocuklarım burada. Irak, yok.”


Benim de gözlerim doluyor. Bu ne yaman bir çelişki, diye düşünüyorum. Bu nasıl güçlü bir yol kavşağı ki insanın yaşamını ortadan ikiye bölüp iki yana fırlatıyor. Köklerinden kopmak, –tercihen ya da mecburen– eskiden içinde var olduğun uzamın artık bir parçası olmamak ne kadar korkunç ama aynı zamanda ne kadar da gerçek bir şey.


“Alan’ın” diyorum, “ailesi buraya, Kanada’ya gelmeye çalışıyormuş.”


“Biliyorum. Ah, aklımdan çıkmıyor! Gelebilseydi, tıpkı Adiba gibi, hayatına yepyeni bir gerçeklik içinde başlayacaktı. Onu geçmişe bağlayan, habire boynundan çekiştirip duran bir geçmişi de olmayacaktı üstelik. O kadar küçük ki. Onun için tüm dünya, geçmiş ve gelecek Vancouver’daki evlerinin bahçesinden ibaret olacaktı.”


“Çocuklar için ne kadar kolay değil mi büyük değişimlere uyum sağlamak? Kökleri yok! Nereye koyarsan oralı oluyorlar.”


“Eğer yolda ölmezlerse, evet…”


Çocukların kökleri olmadığını düşününce, devrimden sonra kaçan pek çok aydının aksine ülkesinde kalmayı seçen İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin seneler önce İstanbul’da okuduğum ve bir daha hiç aklımdan çıkmayan cümleleri gelip vuruyor belleğimin yüzeyine. Şöyle diyor Kiyarüstemi:


“Eğer bir ağacı kök saldığı yerden ayırır bir başka yere götürürseniz artık meyve vermez olur. Verse bile eskisi kadar güzel olmaz. Eğer ülkemi terk etseydim işte ben de o ağaç gibi olurdum.”


Kendisini Kiyarüstemi ile fazlaca özdeşleştirip daha çok üzüleceğini düşünerek onunkileri değil ama Ara Güler’in cümlelerini aktarıyorum arkadaşıma. Güler’in 2011’de güneşli bir İstanbul gününde Beyoğlu’da buluştuğumuz zaman söyledikleri tıpkı Kiyarüstemi’ninkiler gibi hep hatırımda kalacak:


“Beyoğlu neden benim içim mühimdir biliyor musun? Çünkü bütün sokaklarında bir espri buluyorum yürürken. Biliyorum ki gençliğimde şu sokaktan geçerken şu pencerede sarışın bir Rum kızı vardı. Başka bir sokakta köşeyi dönerken, orada biriyle kavga etmiştim. Yahut da ilk kızı şu sokakta öpmüştüm. Bunlar insanlar için mühim şeylerdir. İnsanlar hatıraları için vardır, hatıraları için yaşarlar. Bir şehirli olmak için o şehrin içinde hatıralarının var olması gerekir. Yoksa niye yaşıyorsun? Ben gidiyorum Fransa gibi yere, New York gibi yere gidiyorum, orada bir müddet sonra canım sıkılıyor. Çünkü ben buranın çocuğuyum. Anladın mı? Burası benim için odur. Benim için memleket bu demektir…


Yirmibirinci asırın başında gördüklerimi de söyleyeyim, boşluğa doğru gidiyoruz. Yani hiçbir şey olmamaya doğru hedef almaktayız. Beyoğlu Beyoğlu olacaktır ama o tadını aldığımız Beyoğlu olmayacaktır. İstanbul yine İstanbul olacaktır fakat bizim bildiğimiz, yaşadığımız, kokusunu aldığımız, sevgililerimizi öptüğümüz köşeler kalmayacaktır. Onlar zamanla eskiyecek ve kaybolacaktır, zaten gerçek de budur.”


Gülümsüyor arkadaşım. “Bağdat Bağdat olacaktır ama o kokusunu aldığımız köşeler kalmayacaktır” diyor. “Zaten taş üstünde taş kalmadı… Haydi kalk! Kahvelerimizi dışarıda içelim.”


Rüzgar esiyor. Sonra bir kaç kuş ötüyor. Suriye’den kaçıp güvenli bir hayata ulaşmaya çalışan göçmenler Bodrum’da, Midilli’de, Kos’ta ve daha pek çok Avrupa kentinde sefalet içinde çırpınır; minik Alan ve ağabeyi Galib ceplerine doldurdukları yakamozları kuma boşaltıp Ege’nin kim bilir hangi sahilinde oyunlar oynarlarken hayat, hayatımız, işte böyle akıp gidiyor.


Özgün Ulusoy

08 Eylül 2015




Üç yaşındaki Suriyeli Alan Kurdi, annesi, babası ve ağabeyi ile birlikte 2 Eylül 2015 günü sabaha karşı Bodrum’dan Yunanistan’a geçmeye çalışan mültecileri taşıyan plastik bir bota bindi. Alan, ağabeyi Galib ve anneleri alabora olan botun batması sonucu Ege Denizi’nin karanlık sularında, Bodrum’dan sadece birkaç yüz metre açıkta yaşamlarını yitirdiler. Ertesi sabah minik Alan’ın cansız bedeni, Bodrum’da sahile vurmuş olarak bulundu. 


Alan’ın ve ağabeyi Galib’in isimleri Türk resmi makamlarının dikkatsizliği sonucu kayıtlara Aylan ve Galip olarak girmiş, tüm dünyaya onları bu şekilde tanımıştı. Ancak Alan’ın Vancouver’da yaşayan halası Tima Kurdi gazetecilere yaptığı açıklamada yeğeninin isminin Aylan değil Alan, ağabeyinin isminin de Galip değil Galib olduğunu, bu hatanın düzeltilerek çocukların anısına saygı gösterilmesi gerektiğini söyledi. Öyle olmadı. Minik çocukların isimleri dünya çapındaki yayın organları tarafından Aylan ve Galip olarak anılmayı sürdürdü.


http://www.cbc.ca/news/canada/british-columbia/syria-migrants-canada-drowned-migrants-1.3213772


“Stories that appeared earlier Thursday published different versions of the boys' names. Tima Kurdi said the Turkish government misspelled them. Alan and Galib are the correct spellings.”

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aşk Olsun Susan Hanım!

Aç Kapıyı Melek, Ben Geldim